Archanger Destanı-Bölüm 5: Kintaro

Bu noveli yazan YagizDUZLUOGLUna ve düzenleyip yayınlayan Fullbringer’e teşekkürler Keyifli okumalar…

Önceki Bölüm

Archanger gözlerini açtığında güneş batalı saatler olmuştu. Ayın narin ışığı dalların arasında kayboluyordu. Üzerine pelerini örtülmüş, başının altına ise başka bir pelerin yumak halinde konmuştu. Hemen yanında kabzası boyun hizasındaki kılıcı duruyordu. Kılıcının yanında olduğunu bilmek bu karanlığın içinde bile ona güven veriyordu. Olduğu yerde yavaşça doğrulmaya çalıştı ama yapamadı.

Ensesinden başlayan yanma hissi omuzlarından geçip sırtındaki tüm kasları inletiyor ve bacaklarına doğru iniyordu. Kıpırdadığı anda bedenini saran acı onun sert bir çığlık atmasına neden oldu ve gecenin karanlığında yankılandı tiz sesi.

Acısını dindirmek için dişini sıkarken ormanın içinden bir ses duydu. İki demirin birbirine sürtmesine benziyordu. Bir kılıcın kınından ayrıldığına emindi.

İstem dışı olarak eli hemen yanında duran kılıcına gitti. Kabzasını sardı ama kaldıramayacak kadar güçsüzdü. Kaldırmak için tüm gücünü kullanmasına rağmen sadece ucu bir parmak kadar kalkan kılıç olduğu yerde kaldı. Pazıları, yanıyor gibiydi.

Sanki saatlerce ağırlık kaldırmış gibi hissediyordu kendini. Şakaklarında beliren ağrı ise düşüncelerini köreltecek kadar yoğundu. Kontrolsüz yaptığı büyüsü şimdiye kadar öğrendiği her şeyin tersindeydi. Sinirliyken defalarca büyü yapmıştı. Ama bu sefer tamamen öfkeyle doluydu ve yaptığı, çok güç gerektiren bir büyüydü.

Olduğu yerde kaldı. Otların ve ağaçların az olduğu bir açıklıkta öylece duruyordu. Savunmasız ve yalnız…

Gözleri, sesin geldiği yöne doğru kaydı. Başını hareket ettirip ikinci bir çığlık atmak istemiyordu. İçinde tedirginlik vardı ve ne buraya nasıl geldiğini ne de onca askerin arasından nasıl çıktığını hatırlamıyordu. Daha da önemlisi, Walcomir’in yaralandığını hatırlıyordu.

Aklındaki yüzlerce düşünce onu daha da yordu.

Meşelerin arasında kalan kısa çam ağacının dalları hareket etti. Odaklanmaya çalıştıkça görüşü bulanıklaşıyordu. Çalıların arasından, küçük çam ağacıyla aynı boylarda bir siluet çıktı ve bilincini kaybetmek üzere olan Archanger’in yanına doğru adımladı.

Archanger, üzerinde koyu sarı resmi bir takım giymiş olan siluete göz gezdirdi. Hiçbir şeyi tam göremese de üzerindeki elbisenin özel işlenmiş olduğunu fark edebildi. Elbisesinin üzerinde bir göğüslük vardı. Kırmızı mücevherlerle işlenmiş, saf çelikten yapılma ve kalbinden omzuna kadar sol tarafını kapatan bir göğüslük…

Arkasında normalin üç katı büyüklüğünde, kırmızı göğüslüğüyle aynı renkte bir pelerin vardı. Pelerinin kenarlarına beyaz renkte bir şeyler yazılmıştı. Sağ elinde deri bir bileklik vardı ve saçı kısacıktı.

Siluet, Archanger’in yanında durdu. Eli kabzasında duran Archanger hâlâ olayları zihninde toplamaya çalışırken, siluet bir dizini yere koydu ve Archanger ile göz göze geldi.

Kemikli parmaklarını Archanger’in uzun saçlarının arasına daldırdı ve kafasını kavradı. Gözleri kayan Archanger’a dikkatle baktı. Kemerli burnunun etrafında biraz kül kalmıştı. Yüzü hala soğuktu. Dikkatle Archanger’in gözlerini inceledi. Güçle ışıldayan ve derinleşen gözler karşısında boyun eğdi.

Aceleyle sırtındaki çantasını çıkarttı ve karıştırmaya başladı. Birbirine çarpan şişelerin kulak tırmalayan sesi, gecenin karanlığında yankılanmasına ve Archanger’in huysuzlanmasına neden oldu.

Sonunda çantasından küçük bir şişe çıkarttı. İçinde mor bir sıvı vardı ve şişenin kapağını açtığı anda Archanger’in midesi bulandı. Ölü bir hayvandan farksızdı kokusu. Archanger’in dudaklarını araladı ve ağzına boşalttı şişeyi.

Mor sıvı ağzına girdiği anda dili dâhil tüm ağzı uyuşmaya başladı. Boğazından geçerken karıncalandı ve geriye hoş bir tat bıraktı. Boş şişeyi Archanger’in ağzından çektiğinde, Archanger çoktan uykuya dalmıştı. Archanger gözünü tekrar açtığında bir düzlükteydi. Gereğinden fazla sessiz ve ürkütücü derecede ıssızdı. Güneş tepedeki yerine ulaşmışken doğrulup oturdu. Geriye kalan ufak baş ağrısıyla etrafa bakındı.

Kınının içinde kılıcı duruyordu yanı başında. Kınının yanında ise deri bir matara vardı. Boğazındaki kuruluğu geçirmek istercesine mataraya uzandı ve küçük kapağını çevirerek açtı.

Kapak açıldığı anda burnuna harika bir koku gelmişti.Aşina olduğu bu koku onu düşünmeye zorladı. Üzümün kokusunu o kadar net alıyordu ki ağzında tadı belirmeye başlamıştı bile. Nazikçe matarayı dolgun dudaklarına değdirdi.

Bu şarabın, her yerde bulunamayacak eşsiz bir tadı vardı. Damağında ufak karıncalanmalara ve dilinde hareketliliğe neden olmuştu. Dili adeta dans edercesine damağında kalan tadı emdi.

Her ne kadar devam edip bu tadı sürdürmek istese de yapmadı. Şarabın birazını daha sonrası için sakladı ve ayağa kalktı. Kılıcını beline taktı ve pelerinindeki kumları silkeleyip boynuna bağladı. Başını hafifçe öne eğerek saçlarının arasında kalan kumu da temizledi.

Tiksintiyle ellerine baktı. Saçları uzun süredir özensizdi ve yağlanmıştı. Ellerini sertçe üzerine sildi ve etrafa bakındı. Çorak bir arazi ufkun derinliklerine kadar uzanıyordu. Bulutsuz ve yumuşak gökyüzü de, güneşi hiç olmadığı kadar çekici gösteriyordu.

Nerede olduğunu anlamak için etrafı gezmeye karar verdi. Güneş tam tepede olduğu için nereden doğup nereden battığını da anlayamadı ve yüzünün dönük olduğu tarafa doğru yürümeye başladı.

Uzun süredir boş yürüyen Archanger, bir yamacın kenarında yorgunluğuna esir düştü. Akşamın gelişi ve güneşin batışı, serin kumlara yayılma isteğini arttırdı ve bulutsuz gökyüzünde özgürce dans eden yıldızların rahatlatıcı ışığı altında tembelce uzandı.

Gözleri ilacın ve yürüyüşün etkisiyle bir kez daha kapanmak üzereyken birinin ona seslendiğini duydu. Dikkatle etrafı taradı ve içgüdüleri yine harekete geçti. Eli kılıcına kaydı.

Ne olduğunu anlamaya çalışırken önünde dört dev ejderha belirdi ve yanına inerek toz kaldırdı. Gecenin masumane karanlığı siyah ejderhaların görünmesini zorlaştırıyordu.

Archanger hayretle ejderhalara baktı. Sırayla hepsini inceledi ve şaşkınlıkla ejderhaları saydı: “Dreth, Morrew, Syclaes, Periabus…

Ejderlerin sırtından atlayan dostları suratlarında zafer edası ile Archanger’e bakıyorlardı. Archanger bir açıklama beklercesine Crangor’a baktı. Kintaro’ya ihtiyacın var.” demekle yetindi Crangor. Arch, kılıcını çekti ve dikkatle inceledi. Kabzasının üzerindeki ejderha oyması duruyordu.

Bunu yapmamanız gerekiyordu, emirler kesindi!” diye isyan etti Archanger. Crangor onu yatıştırmak istercesine araya girdi. “Mecbur kaldık ve Galapagos da bize hak verecektir.” Archanger’in isyanı devam etti. İzimizi bulacaklar ve artık saklanamayız.” Rainen kılıcını çekerek müdahale etti. “O halde biz de saklanmayız!

Walcomir omzunu kavradı Arch’ın. “Hadi dostum. Bunu düşünmek için çok zamanımız olacak.” Archanger ufak bir tereddüdün ardından kılıcını havaya kaldırdı ve meydandaki dört ejderha, Archanger’in etrafına dizildi. Kılıcından gece karanlığında bile belli olan simsiyah bir duman çıkıyordu. Dumanlara, ejderhaların alevleri eşlik etti ve her ejderhanın alevi Archanger’in kılıcının etrafında bir sarmal oluşturdu.

Hâlâ dumanlar çıkan kılıcını yavaşça indirdi ve olacakları görmek istemiyormuşçasına başını öne eğdi. Diğerleri ise neler olacağını görmek için göğe bakıyordu. Muhteşem kudretli bir ses, Archanger hariç hepsinin irkilmesine neden oldu. Sanki onlarca ejderha yanlarında kükrüyor gibiydi.

Gökyüzünü saran sesler kesildiğinde ejderhaların alevleri sönmüş, ufak adımlarla geriliyorlardı. Archanger’in arkasında iki büyük kırmızı nokta belirdi. Karanlıkta görünebilecek kadar temiz, kan kadar koyuydu. Ortalarındaki siyah noktalar Archanger’in üzerine odaklandı ve ejderhalar, uzun boyunlarını öne eğdi.

Crangor’un baktığı yerden, Archanger’in bedeni tam iki noktanın ortasında duruyor gibiydi. Derinden gelen bir kükreme daha duyuldu: Archanger’in ejderhası Kintaro tüm ihtişamıyla aralarındaydı.

Archanger Destanı-Bölüm 5: Kintaro” üzerine bir yorum

Yorum bırakın